Hz. Peygamber'in, " gazetesine uzanan el Fâtıma'nın eli olsa keserim" dediği türden bir gazete imiş, zamânının râviyân-ı ahbârı ve nâkilân-ı âsârının dilinden düşmeyen bir rivâyetmiş bu..
Bir varmış bir yokmuş, bir zamanlar lebb-i mübârekelerinden hiç eksik olmayan tebessümleri, ölçülü ses tonları, mahçûp nâsiyeleri, birbirine bağlanmış elleri, ayak ayak üstüne atmayı bilemeyecek kadar müeddep tavırları, her dâim yere bakan gözleri, ütüsüz pantolonları, altı lastik ayakkabıları, pantolonun üzerine sarkan yine itinâsız gömlekleri, ergenlikle birlikte dudaklarının üzerinde peydâh olan ve mübâlaalı bir terbiye görmüş bıyıklarıyla bir gençlik varmış. Dur durak bilmeden, usanmadan, bıkmadan, yorulmadan, öf demeden, dinlenmeden, yüzlerini buruşturmadan aşk ile ve dâhi vecd ile güne başlayıp, uyku hârici zamanlarını hizmete vakfeden, ellerinde gazete tomarlarıyla gâh kovulduklarına, gâh tahkir olduklarına aldırış etmeden bir kapıya onlarca kez giden ve abone kampanyalarının amansız mücâhidliğini yapan, aç bî ilaç, karın tokluğuna ayaklarındaki tabanı lastik ayakkabılarla sokakları arşınlayan, esnaf kapılarını her Allah'ın günü tavâf eden gençlermiş bunlar.
Akşam olduğunda "evleri"ne dönerlermiş; yorgun, bîtâp, tabanları sızlayarak. Mütevâzı evlermiş bunlar. Yerlerde en incesinden bir halıflex, duvarlar itinâsız ama temiz badanalı, demir ranzalar, tek renk nevresimler, çarşaflar, mutfağında esnaf ağabeylerinin yolladığı mütevâzı erzak ile yaşarlarmış, Misâfirleri geldiğinde ya da bir cemiyetleri olduğunda "maklûbe" isimli speciallerini yaparlarmış ikram için. O huzurlu evlerinde yalnızca, aboneliği için hayatlarını adadıkları "gazeteleri" bulunurmuş iletişim aracı olarak, radyo ve televizyon zinhar yasakmış. O gazete öyle bir gazete imiş ki, muhibi oldukları zât-ı âlileri, o gazete için, (son zamanlarda artık hiç işitilmese de), gördüğü bir rûyada kendisine Hz. Peygamber'in, " gazetesine uzanan el Fâtıma'nın eli olsa keserim" dediği türden bir gazete imiş, zamânının râviyân-ı ahbârı ve nâkilân-ı âsârının dilinden düşmeyen bir rivâyetmiş bu.
Mûtad "sohbetl"erde "Asya'nın bahtının miftâhı meşveret ve şûrâdır" retoriği ile irşad olan gençlerin, "meşveret ve şûrâ"dan savruldukları yerin adı "rûyâlardan devşirilen emirler"miş. Rivâyet odur ki; yıllar evvel ülkelerinin başkentindeki bir kolejinin büyük salonunda tertip edilen "himmet toplantısı"nda, şehrin esnafının, sanayicisinin lebâleb doldurduğu bir salonda va'z eden zât-ı âlileri, kürsüden sâhâbe-i kirâmın ne kadar hudutsuzca "tasadduk" ettiğine dair cümle anektotları gözyaşları refâkatinde anlatırken, bir rûyasını da naklediyormuş. Rûyasında bir ormanlık alanda, sisli bir sabahta karşısında silûet hâlinde üç kişi görmüş, seçmeğe, tanımağa çalışmış o üç kişiyi. Üç kişiden sağdaki kendisine yaklaşmış, o Ömer'miş, "hulefâ-i râşidinden Ömer". Ardından soldaki yaklaşmış kendisine, o da "ikinin ikincisi Ebû Bekir"miş. Her ikisi de tertîb edilen "himmet toplantısı"nın "sebeb-i hikmetinin makbûl" bulunduğunu söylemiş, "Allah mübârek etsin"miş. Zât-ı âlileri, üçüncü kişiyi, ortada duran kişiyi sormuş, heyecandan titreyerek, "O demişler, O.. Hz. Peygamber, o da hayırlı olsun diyor" demişler. Rivâyet odur ki, bu satırların yazarının gözlerinin önündeki o muhteşem kalabalığın ağlamaktan gözleri şişmiş, bu satırların yazarı bir arkadaşı hâricinde herkesler ağlıyormuş, cezbeleniyormuş. Ve salonu dolduran esnaf ve sanayiciler "hûlûs u kalp" ile "tasaddukları"nı "lâyık-ı vechi"yle yapmışlar. Bu arada salonun kürsüye yakın kısmındaki ara kapı aralanmış, içeriye elinde üstü örtülü bir tepsi ile iki "hizmet ehli" öğrenci girmiş. Ellerindeki tepsiyi "abileri"nden birine vermişler, kulağına bir şeyler söyleyerek. "Abileri" de Zât-ı âlileri'ne iletmiş hem tepsiyi hem de mesajı. Zât-ı âlileri, kendisini arkaya atarak hıçkırmaya başlamış ve "bizler tasadduk ettiğimizi ve vazgeçebildiğimizi sanıyoruz", şu sabiler himmet toplantımızın sebeb-i hikmetini öğrenince kollarındaki saatleri sıyırarak bizim de katkımız olsun diyerek bize yollamışlar" demiş. "Himmet içre bir himmet" daha vukû bulmuş ve ortadaki büyük masa tapular, araba anahtarları ve çeklerle dolmuş.
Himmet toplantısının sebebi hikmeti efendim, o şehirde kurulması planlanan Hacı Bayram-ı Veli isimli bir üniversiteymiş ve yine rivâyete göre o gün bu gün o üniversite kurulmayı beklermiş
O hizmet ehli gençlerin yurtları da varmış, evlerine benzer bir itinâsızlıkla estetik kaygılardan azâde olarak tefriş edilmiş ama tertemiz yurtları. Mezkûr gazetenin dışında hiçbir iletişim vâsıtasının girmediği, etüd odalarında ders çalıştıkları, her türlü hizmetini kendileri gördükleri yurtlarını ev edinmişler, yuva edinmişler uzun yıllarca.
O huzur dolu evlerin ve yurtların "abi"leri varmış, "ev abi"leri ve "koğuş abi"leri. Aslında akran oldukları, mahalledeki bir boş arsada çift kale maç yapabilecekleri, sinemaya gidecekleri, delikanlılığın her türlü yaramazlıklarını birlikte yapabilecekleri ama kendilerinden yalnızca bir dönem kıdemli otoriter "abi"leri. Evlerine ve yurtlarına onlardan izinsiz girip çıkamadıkları, akşam giriş saatini kaçırdıklarında hesap verdikleri, yanılıp şaşarak gittikleri bir sinemanın ya da maçın bedelini okkalı nasihatlerle ödedikleri "abi"leri.
O gençler delikanlılık eyyâmında, sinemalara, tiyatrolara gitmemişler, alenen takım taraftarı olmadıkları için bir futbol maçını tribünlerin heyecanıyla izleyememişler, takımları aleyhine karar veren hakeme "haddini bildirememişler", televizyondan mahrum kalmışlar, Cihat Aşkın'ı, Erkan Oğur'u, Sezen Aksu'yu alenen dinleyememişler, "ben senden tutuklu kaldım" derken Sezen Aksu, onlar kimselerde tutuklu kalamamışlar, tutukluluk bir yana, büyük bir "gözaltı"nda yaşarken gençliklerini, bir sevgiliyle "gözaltında" kalamamışlar, delikanlılık günlerine bir sevgili konduramamışlar, bir camın önünde "acaba görürü müyüm cemâlini?" diyerek yağmurda ıslandığını hissetmeden bekleyememişler, "acaba geçer mi?" ihtimâline kendilerini koyverip bir sokağın başında "sigaranın dumanına" saramamışlar bekleyişlerini ve derin nefesler çekip delikanlılık dumanlarına karışamamışlar
Gel zaman git zaman, "abi"leri büyümüş, koca koca büyük adam olmuşlar, kendileri de birlikte büyümüşler "abi"leriyle. Huzur dolu "evleri" büyümüş, huzur dolu "yurtları" büyümüş, uğruna gençliklerini harcadıkları "idealleri" büyümüş, "gazeteleri" büyümüş, çok ama çok sayıda "kolejleri" olmuş, üniversiteleri olmuş, bir zamanlar evlerinde ve yurtlarında "yasak" olan ama bu kez kendilerinin olduğu için "memnû olmayan" yeni "televizyon kanalları" olmuş, "holdingleri" olmuş, "faizsiz banka"ları olmuş, olmuş da olmuş, Allah onlara "yürü yâ kulum" demiş O kadar olmuş ki, "kimler çizmiş bu hududu gönlüme" demişler ve dünyanın en kervan geçmez, kuş uçmaz diyarlarına okullar açmışlar.
İşte o hizmet ehli gençler, bu kez uzak diyarlara kanat çırpmışlar. Ülkenin en güzel üniversitelerinden ayrılıp, öğretmenlik denen kutsal vazife ile tavazzuf etmek için dünyanın en ücrâ köşelerine doğru yola revân olmuşlar, evden, ocaktan, anadan, babadan sılaya düşmüşler Doktor, mühendis, bilim adamı, hukukçu, olmak isteyen gençlerin kurs eğitimleri "yavaşlatılmış", ve "abi"lere "doktor, mühendis olmak istiyorlar ama onlar polis olacaklar, eğitimi ona göre ayarlayın" denmiş. Orta Asya'nın steplerinden Japonya'nın adacıklarına, Afrika'nın diplerinden Kanada'nın buzlu iklimlerine kadar eğitim ağları örmüşler, yine karın tokluklarıyla, ayaklarında bu kez ıskarpin ayakkabılarıyla, façalarını biraz daha düzelterek, fakat yüzlerindeki tebessümü hiç eksiltmeden, yine ideallerine, yine hizmetlerine koşmuşlar.
Gün gelmiş, aylardan Şubat'mış, günlerden Şubat'ın sonları Ben diyeyim "yirmi yedi Şubat", siz deyin "yirmi sekiz şubat".
İşler ters gitmeye başlamış. Hayatı boyunca "siyasetten Allah'a sığınan", "mâsivâdan kaçan", "dünyâya pamuk ipliği ile bağlanan" Zât-ı âlilerinin sohbet meclisleri meğer ajanlarla doluymuş ve her şeylerini kaydediyorlarmış. Bir silahlı örgüt liderliğiyle suçlanacak kadar ileriye gitmişler düşmanları. Hayatında siyâsete ilgi duymamış, mantar tabancasını bile eline almamış, sevgiden başka bir laf etmemişmiş; ama kader onu silahlı örgüt liderliği ve ülkeyi ele geçirip, "dinlerarası diyaloğ" için Papa ile bile görüştükleri halde şeriat devleti kurmak suçlamasıyla karşı karşıya getirmiş. . Zât-ı âlileri de bu ahvâlde çâreyi "hicret"de bulmuş ve gitmiş "Asya'nın bahtının miftâhı meşveret ve şûrâdır"ın hatırına Çin-i Maçin'e gitmeyi, oradan tüm Asya'ya tebliğ yapmayı düşünmüş, ama Çin'de kanserojen varmış, yavaş yavaş öldürüyormuş, yol Amerika'ya düşmüş, Amerika kesin ölümmüş.
Ayrılığa yılmamışlar hizmet ehli gençler, çalışmaya devam etmişler..
"Abi"leri de daha çok çalışmaya devam etmişler
Artık dünyada ve ülkede olan biten tüm siyâsî gelişmelere kulak kabartmışlar, alâka-dâr olmuşlar, gazeteleri ve televizyonları siyasetin neredeyse merkezi hâline gelmiş.
Babasının kucağında ve babasıyla birlikte İsrail mermileriyle şehid olan körpecik müslüman evlâdı "Muhammed" hâdisesinde korudukları "soğukanlılıklarını" Gazze'ye yardım götüren "Mavi Marmara Gemisi"nin yolculuğunun uluslararası hukuka ne denli "aykırı" olduğunu beyân ederek ve "Mavi Marmara Gemisi"nde kafasına yediği İsrail mermileriyle şehid olan 19 yaşındaki Furkan Doğan'nın ve sekiz arkadaşının şehâdetlerinde de korumuşlar ve Gazze'ye yardım götüren yolculuğu "illegal" ilan etmişler.
Dere tepe düz gitmişler, alın teriyle nice yokuşlar çıkmışlar ve tepeye varıp, tepelerin, zirvelerin mûkimi olmuşlar, artık "tepeden bakmağa" başlamışlar, ellerinde ipler, "aşağıdakileri" yönetmenin dayanılmaz hazzıyla "rûyalanır" olmuşlar.
Yaşadıkları ülkenin insanları nereye baksalar bunları görür olmuşlar. Artık görüldüklerinde yüzlerindeki tebessümün karşılarındakine verdiği "huzur"un yerini "korku" almış, "endişe" almış, "tedbir" almış. Onlardan bahsederken herkes sesini kısmaya başlamış. Onlar her yerlerdeymişler. Onların dinleyemedikleri/gözetleyemedikleri hiçbir yer yokmuş. Dokunan yanıyormuş. Mâzilerinde mâruz kaldıklarını bir yerlere fenâ not etmişlermiş, artık zaman "sevgi-muhabbet-hoşgörü" zamanı değil, "intikam zamanı"ymış. Usûlleri değişmiş, insanların "tenâsül hayatları"na dair "arşiv"ler yapmışlar, günü geldiğinde tedâvüle sürmek üzere. Koltuklarından genel başkanlar eder olmuşlar, bürokratları makamlarından eder olmuşlar, en stratejik makamlara bürokrat atar olmuşlar, onlar "hi-man" olmuşlarmış, onlara güç kuvvet yetmezmiş.
Rivâyet odur ki, ellerinden gelse "kabristandakiler"i bile siyâsetin içine dâhil etmek isterlermiş
Bir varmış, bir yokmuş, bir zamanlar bir ülkede "hizmet ehli" gençler varmış. Dur durak bilmeden "idealleri" uğruna insanüstü gayretler kuşanıp, dudaklarından ve yüzlerinden hiç eksik etmedikleri tebessümleriyle karıncalar gibi çalışırlarmış.
Hayatları, "iki lokma bir hırka"dan ibâretmiş.
1980'li yılların küçük çocukları 90'lı yıllarda gün yüzü göremeden uçup giden gençliklerinin ardından "şimdi bana kaybolan yıllarımı verseler" şarkısını bile bilmedikleri için bakakalırken şaşkın, yıkılan hayallerinin üzerine uzak diyarlarda bir Stockholm/Pensilvanya sendromunun çârelerinin, şifâsınıın peşine düşmüşler son bir ümitle. Oysa iflâh olmazmış gayrı bu hastalık, makineye bağlıymış hasta, bir medical sinayalizasyon makinesine.
Bu masal da burada bitmiş, kerevet şimdilik boşmuş..
ADNAN İSLAMOÐULLARI - HABERERK